Şifrenizi mi Unuttunuz?
Hesabınıza yeniden girebilmeniz için e-mail adresinize yeni şifrenizi göndereceğiz.
HIZLI MENÜ
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde Edirne

Bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal varlıkları dünyaya tanıtmak, toplumda söz konusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak ve çeşitli sebeplerle bozulan, yok olan kültürel ve doğal değerlerin yaşatılması için gerekli işbirliğini sağlamak amacıyla UNESCO’nun 17 Ekim – 21 Kasım 1972 tarihleri arasında Paris’te toplanan 17. Genel Konferansı kapsamında, 16 Kasım 1972 tarihinde “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme” kabul edilmiştir. 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme, 23.05.1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14.02.1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanmıştır.
 
Uluslararası önem taşıyan ve bu nedenle takdire ve korunmaya değer doğal oluşumlara, anıtlara ve sitlere “Dünya Mirası” statüsü tanınmaktadır. Sözleşmeyi kabul eden üye devletlerin UNESCO’ya başvurusuyla başlayan ve Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) ve Uluslararası Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) uzmanlarının başvuruları değerlendirmesi sonunda tamamlanan bir işlem dizisinden sonra aday varlıklar Dünya Miras Komitesinin kararı doğrultusunda bu statüyü kazanmaktadır.

UNESCO Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Listesinde Edirne
Bahar Kutlaması: Hıdırellez

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nun İnsanlığın Somut OlmayanKültürel Mirası Temsili Geçici Listesine Hıdırellez Şenliklerinin girmesi için T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü, Edirne Belediye Başkanlığı, ilgili kurum ve Sivil Toplum Kuruluşlarıylaişbirliği yaparak bir dosya hazırlamıştı. Türkiye ile Makedonya'nın birlikte hazırlayıp 2016 yılında UNESCO'ya sunduğu "Bahar Kutlaması: Hıdırellez" çok uluslu ortak dosyasının, Güney Kore'nin Jeju Adası'nda 4-8 Aralık 2017 tarihleri arasında gerçekleşen Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması 12. Hükümetlerarası Komite Toplantısı'nda değerlendirilmeye girmişti. Değerlendirme sonucunda, Hıdırellez'in UNESCO'nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne kaydedildiği ifade edilerek, bu durumun uluslararası alanda karşılıklı kültürel saygı ve anlayışı güçlendirmeye yönelik olarak Türkiye'nin gerçekleştirdiği faaliyetlerin önemli bir göstergesi olduğuna işaret edilmiştir.

Aslında Hıdırellez hikâyesi cemrenin toprağa düşmesiyle başlamaktadır. Arapça kökenli cemre kelimesi; ateş, ateş parçası, kor anlamına gelmektedir.Sağlık, bereket, bolluk, şans dilekleriyle kutlanan bu umut dolu bahar bayramı, zorlu kış sürecinden sonra doğanın yeniden canlandığı, havaların artık iyice ısınıldığı düşünülen tarihte gerçekleşir. Fakat bahar bayramları İslamiyet öncesi Türk kültüründe de yer almaktadır. Hıdırellez de, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden çok önce kutlanan önemli bir gündür (Gök, 2000: 5).

Her yıl Mayıs ayının altısında baharın gelişini kutlamak amacıyla gerçekleştirilen ritüellerden olan Hıdırellez, Hızır ve İlyas kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Türk kültür coğrafyasında, halklar arasında kutlandığı gibi diğer halklar tarafından da bilinmekte ve kutlanmaktadır. Ortodokslarda bu bayram Aya Yorgi olarak bilinirken Katoliklerde ise St. George olarak bilinir (Kalafat, 2011, s.21-23).

Hızır ve İlyas hakkında pek çok efsane bulunmaktadır. Bunlardan biri şöyledir: “Hızır ve İlyas, Büyük İskender’in ordusundaki iki askerdir. Büyük İskender bir gün ordusuyla birlikte ölümsüzlük suyunu aramaya çıkarlar. Yolculukta Hızır ve İlyas diğer askerlerden ayrılırlar. Bir subaşında durup yemek için kurutulmuş balık çıkarırlar. Tam bu esnada deniz suyu balığa sıçrar, balık canlanır ve suya atlar. Böylece Hızır ve İlyas ölümsüzlük suyunu bulmuş olurlar. Bu sırada bir melek gelir. Hızır ve İlyas’ın kıyamete kadar yaşayacaklarını, fakat Hızır’ın karada, İlyas’ın denizde ihtiyacı olanlara yardım edeceğini bildirir.” (Oğuz, 2008, s.159)

Hıdırellez, doğanın tekrar canlanması, kışın uyuyan tabiatı geride bırakarak bahar mevsimine tekrar kavuşmanın müjdecisidir. Yıllardır insanların yaşadığı her yerde törenlerle kutlanmaktadır.

Romanların yıl içindeki en önemli günlerinin başında“Kakava”gelir. Trakya'da Kakava ismiyle anılan kutlamalar, Anadolu'da"Hıdırellez"olarak bilinmektedir. Hıdırellez, Romanlarla sınırlı kalmayıp bütün Anadolu halklarının paylaştıkları bir kutlama günü haline gelmiştir. Çeşitli araştırmalara göre Kakava, Mısır ve Ön Asya kökenlidir. Eski bir halk kültürü olan Kakava, Romanların mitolojisi ve inancına göre Eski Mısır'da Tanrı-Kral Firavun'un Kopt halkı (Kiptiler) ile birlikte yaşayan, kökeni başka bir halka zülm etmeye dayanan, "mucizevi" olayların zaman içinde inanca dönüşmesidir. Bu konu ile ilgili araştırma yapan bilimciler, 6 bin yıllık bir geçmişe dayandığını belirtmektedirler.

Edirne’de Hıdırellez ve Kakava Şenlikleri, T.C. Edirne Belediye Başkanlığının yapmış olduğu etkinlikler kapsamında kutlanmaktadır. Etkinlikler, 5 Mayıs günü geleneksel at yarışları ile başlamaktadır. O gün Edirne’deki Romanlar Çeribaşını seçerler. Edirne Valisi, Edirne Belediye Başkanı ve diğer protokol, Çeribaşı ve ekibi, Edirne halkı ve kentimize gelen yerli ve yabancı turistler Edirne Belediyesi’nin belirlediği program dâhilinde Sarayiçi’nde buluşur. Bu alanda Belediye tarafından kurulan stantlarda müzik ve folklor grupları gösteriler yaparak “Bahar Bayramı”nı karşılar. Daha sonra, hazırlanan “Hıdırellez-Kakava Ateşi” yakılır. Ateş yakıldıktan bir süre sonra atlanabilecek şekilde devrilir ve buraya gelen kişiler bu ateşin üzerinden üç defa atlar. Hıdırellezde ateşten atlamanın kötülüklerden kurtardığına, şans ve sağlık getireceğine inanılır.

Türkiye’nin birçok ilinde de olduğu gibi Edirne’de de Hıdırellez gecesi (5 Mayıs) gül ağacının altına, yıl içinde arzuladıkları isteklerinin gerçekleşmesi için isteklerinin temsil eden çizgiler ve nesneler koyarlar. Bu işlemleri yaparken de bu isteklerinin gerçekleşmesi için de dua ederek adakta bulunurlar. Bu istekler genellikle ev, araba vb. şeyler olur. Bu dilekler kimseyle paylaşılmaması da önemlidir.

Edirne halkı ve kentte gelen yerli ve yabancı turistler, 6 Mayıs sabahı saat: 05.00-06.00 saatleri arasında Sarayiçi alanında toplanır. Edirne Belediye Başkanlığı’nca burada halka çay ve simit ikramı yapılır. Alana gelen genç kızlar, kısmetlerinin açılması için gün doğmadan gelinliklerini giyerek Tunca Nehri’nin kıyısına gelir. Dilek tutmak isteyenler dilek ağacına dileklerini bağlarlar. Daha sonra roman genç kızlar gelinlikleriyle bolluk, sağlık dileğiyle suya girerler. Bazıları nehirden su alıp ellerini yüzlerini yıkar, bazılarının da ellerini yüzlerini yıkamak için nehirden su alıp eve götürdükleri görülür. Bazı Roman ve turistlerin de, inanışları gereği ‘sağlık, arınma ve bereket’ için Tunca nehrine dileklerinin yazılı olduğu kâğıtları dilek tutarak mum bıraktıkları görülmektedir. Bir inanca göre de, Babafingo’nun nehirden çıkıp halkın zorlukları başarmasında onlara yardımcı olacağı inancı vardır.

Sabah erkenden kalkıp nehir kenarına giden halk, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte geriye dönmeye başlar. Halk Sarayiçi’nden dönerken, söğüt dallarını koparırlar. Kopardıkları bu söğüt dallarını kendi ve komşu evlerinin kapılarına asarlar. Bu dalların evlere bolluk ve bereket getireceğine inanılır. 6 Mayıs günü Saraçlar Caddesi’nde, Belediye Bandosu başta olmak üzere diğer müzik grupları konserler verir. Ayrıca yumurta kırma ve niyet çekilişi etkinlikleri yapılır. Gece geç saatlere kadar çeşitli kültürel etkinlikler ile “Hıdırellez ve Kakava Şenlikleri” kentte kutlanmaktadır.

Tarih, Kültür ve Turizm Kenti Edirne’de bu bahar bayramı, “Hıdırellez ve Kakava Şenlikleri” adıyla kutlanmaktadır. UNESCO'nun Somut Olmayan Kültür Mirası Listesi'nde Edirne'nin de coğrafi bölge olarak işaretlendiği Bahar Bayramı: Hıdırellez, Uluslararası boyuta dönüşmüştür. Gerek sunum, gerekse kentte gelen turistlerin ve gerçekleştirilecek organizasyonların izdiham yaşanmadan izleyebilmeleri için ilgili kurum ve kuruluşların gerekli tedbirleri alması gerekmektedir. Uluslararası boyuta taşınan kültür mirasımız "Kakava & Hıdırellez" kentimizin ulusal ve uluslararası alanda tanıtımına önemli katkı sağlayacaktır.

Bahar coşkusuyla dolu başarılı “Hıdırellez-Kakava Festivallerine…”

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali

Günümüzde bir şenlik ve tören havası içinde yapılan yağlı güreşlerinin en önemlilerinden biri de Edirne’nin Sarayiçi Er Meydanında gerçekleştirilen Kırkpınar Yağlı Güreşleridir. 1357 yılında Orhan Gazi’nin Rumeli’yi ele geçirmek için düzenlediği seferler sırasında oğlu Süleyman Paşa askerleriyle Edirne’yi geçici ele geçirdikten sonra Edirne civarında keşif akınına çıkar. Öncü birlik geri döner ve bugün Yunanistan’ın topraklarında kalan Semavine de mola verir. Kırk yiğit burada güreşe tutuşur. Saatlerce süren güreşlerde adları Ali ile Selim olan kardeşler yenişemez. Daha sonra Ahı köy yakınında aynı çift yeniden güreşe tutuşur. Ancak yine yenişemez ve solukları kesilerek oldukları yerde can verirler. 1361 yılında Edirne’yi feth eden I. Murat, verdiği emir ile aynı yılın yazında kırk yiğit akıncı anısına bir güreş düzenler. Bu düzenlenen güreş, “Kırkpınar Güreşleri” adıyla tarihe geçmiştir. Bundan sonra her yıl “Hıdırellez Günü”, “Kırkpınar Güreşleri” yapılması gelenek haline gelmiştir. Yunanistan’ın sınırları içinde yer alan Semavine de gerçekleştirilen bu güreşler, Kurtuluş Savaşının ardından Edirne’nin Sarayiçi mevkiinde her yıl Edirne Belediyesinin organizasyonu ile gerçekleştirilmektedir.

Kırkpınar güreşlerinin tekrar başlatılması için altı arkadaş ön ayak olmuştur. Şevket Ödül, Ekrem Demiray, Tevfik Sülün, Nazım, Mehmet ve Şazi adlarındaki bu kişiler, Edirnelilerin mesire yerlerinden olan Sarayiçi’nde 18 Mayıs 1924 tarihinde yeniden Kırkpınar Yağlı Güreşleri’ni başlatmışlardır. Bu güreşlerden önce de 1923 yılında yine Sarayiçi’nde Türk Ocağı tarafından bir eğlence düzenlenmiş, bu eğlencenin içinde de meşhur pehlivanlarımızdan Adalı Halil’in yönetiminde güreş müsabakaları gerçekleştirilmiştir.

1925 yılında “Kırkpınar Güreşleri” adını da alarak zamanımıza kadar gelen Kırkpınar, eski yıllarda Ramazan ayı hariç mutlaka Hıdırellez etkinlikleri çerçevesinde yapılmaktaydı. Sarayiçi bu aylarda su altında kaldığı için daha sonraki dönemlerde Haziran ve Temmuz aylarında yapılarak günümüze kadar gelmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında “Kırkpınar Panayırı” olarak adlandırılan etkinlikler daha sonraki yıllarda “Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri” olarak devam etmiştir. 1966 yılından itibaren dönemler içinde “Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri ve Şenlikleri” ile “Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri Şenlikleri ve Kültür - Sanat Etkinlikleri” adı altında düzenlenerek bugünlere gelmiştir.

Çocuk Esirgeme Kurumu yararına düzenlenen bu güreşler daha sonraki yıllarda özellikle 1938 yılından itibaren C.H.P. Genel Sekreterliği, Halkevi ve Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün desteği ile yine Çocuk Esirgeme Kurumu yararına düzenlenmiştir. Bu organizasyon biçimi 1950 yılına kadar böyle devam etmiştir. 1950 yılında yapılan seçimlerden sonra organizasyonlar Edirne Belediyesi tarafından gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Edirne Belediye Başkanlığı’nın gayretli çabaları sayesinde “Kırkpınar Yağlı Güreşleri” bugünlere gelebilmiştir. Dönemler içinde Edirne Valileri ile Edirne Belediye Başkanları Kırkpınar Yağlı Güreşlerini panayır havasından kurtarmak, ulusal veya uluslararası bir fuar etkinliğine dönüştürmek amacıyla çeşitli projeler üretmişlerdir.

Dünyanın en eski geleneksel spor faaliyetlerinden biri olan“Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri”, 2008 yılında“Avrupalı Seçkin Destinasyonlar Ödülü”nü kazanırken, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Edirne Belediyesince yürütülen çalışmalar neticesinde 16 Kasım 2010 tarihinde“Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali”adı ile“UNESCO’nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi”ne dâhil edilmiştir.

İnsanların yakınlaşması ve dayanışması bakımından önemli bir toplumsal işlevi olan güreş etkinlikleri, ülkenin birçok yöresinden gelen pehlivanları ve onları izlemeye gelenleri bir araya getirmektedir. Kırkpınar Yağlı Güreşlerini salt bir sportif eylem olarak görmemek gerekir. Ülkenin çok değişik yerlerinden gelen ve başarılı olmaya çabalayan pehlivanlar için Kırkpınar, hem kendini gösterme hem de toplum içinde iyi bir yere sahip olmanın mücadelesini simgelemektedir.

Bir yıl boyunca Türkiye’nin Başpehlivanı olmak için çalışan ve Türkiye’nin dört bir köşesinden başarılı olmayı hedefleyen pehlivanlar için tarihi Sarayiçi, hem kendini gösterme hem de toplum içinde iyi bir yere sahip olma mücadelesini gerçekleştirdiği “Er Meydanı” dır.

Kırkpınar’ı diğer güreş etkinliklerinden ayıran, yüzyıllardır geleneksel görünümünü koruyan iç içe girmiş bir kültürel yapıda olmasıdır. Köklü bir kültürel geleneğin bireyler, gruplar ve topluluklar tarafından sürdürülmesi, Somut Olmayan Kültürel Dünya Mirası anlayışının yaygınlaşmasına bu açıdan da katkıda bulunmaktadır. Belediye Başkanı Kültür ve Sanat Danışmanı Ender Bilar tarafından gerçekleştirilen "Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali Sayısallaştırma Projesi" kapsamındaKırkpınar Yağlı Güreşleri ile ilgili yazılı, sözlü, görsel ve elektronik belgeler sayısallaştırılarak bir veri tabanında toplanmıştır.Mayıs 2014 tarihinde kurulan “T.C. Edirne Belediye Başkanlığı Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi” çatısı altında yürütülmesi sağlanmıştır.

Sonuçta yüzyıllardır süregelen tarihi spor geleneği “Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali” ile ilgili geçmişten günümüze gelen tüm arşiv belgeleri Edirne Belediyesi’nin WEB sunucusu (www.edirnekirkpinar.com) üzerinden tüm dünya ile buluşmuştur. Yürütmüş olduğum bu proje bir taraftan Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin tanıtımına katkı yaparken diğer taraftan da, Müze Kent Edirne’nin değerlerinin taçlandırmaktadır.

Yüzyıllardır süregelen ve T.C. Edirne Belediyesi‟nin önemli organizasyonlarından olan “Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali” yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olmaya devam etmektedir.

Kültürel Miras, bir toplumun üyelerine, ortak geçmişlerini anlatan, aralarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendiren bir hazinedir.

Ebru: Türk Kağıt Süsleme Sanatı

Ebru: Türk Kağıt Süsleme Sanatı,“Bulut” anlamına gelen “ebr” dan türemiştir. Ebru sanatını, önceleri el yazması kitaplarda yan kağıdı olarak, yani cilt kapağı ile kitabı birbirine bağlayan kağıtlarda yer aldığı yapılan araştırmalarda ortaya konulmuştur. Üzerinde tarih taşıyan en eski ebrulu kağıdın ise 1554 yılına ait bir Malik-i Deylemi yazısıdır.

Türklerin İslamiyet sonrası sanatlarından birisi olan Ebru sanatı’nın XV. yüzyılda Türkistan’da yapıldığı kuvvetle muhtemeldir.Ebru sanatı İpek yoluyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiştir. İlk dönemlerde cilt ve hat sanatlarına yardımcı bir sanat dalı olarak işlev görmüştür. Bu nedenle üzerlerinde yapan ustaların isim ve yapıldığı tarihleri bulunmamaktadır. Anadolu’da bu sanatı ilk yapanlardan Şeyh Sadık Efendi Ebru sanatını Buhara’da öğrenmiştir. “Şahsen görebildiklerimiz içinde tarihi en eski olan ebrû kâğıdı 962 H. (1554) yılına ait bir Mâlik-i Deylemi yazısıdır. (Begiç, 2015; s.;591

Günümüze gelirken, Necmeddin Bey gibi tanınmış ebrucular karşımıza çıkar. Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi bir merkez olarak çalışmıştır, Şeyh Sadık Efendi oğulları İbrahim Ethem ve Mehmet Salih Efendiler önemli ebruculardır.Günümüzde de daha modern bir sanat anlayışıyla çalışan Niyazi Sayın’da önemli bir ebrucudur. (Belge, M.;2008)

Ebru kısa anlatımıyla, bir tekne içine konan su yüzeyine serpilen boya üzerine yaptırılan kâğıdın o boyayı almasıyla yapılır. Ama bu kısa açıklamanın ardında son derece ayrıntılı bir meşakkatli süreçler vardır. Boya su üstünde dağılmadan, çok hızlı çalışmayı gerektirir. Bütün el sanatlarında olduğu gibi kullanılan malzeme, boya vb. köken ve kaynakları bakımından şaşırtıcı bir çeşitlilik arz eder ve her birinin istenilen kıvama getirilmesi özel ustalık gerektirir.Su “kitre” denilen zamkla karıştırılarak bir kıvama getirilir. İçine ayrıca deniz kadıfı, ayva çekirdeği, ve sığır ödü gibi nesneler katılır. Erimeyen toprak boyalar, ayrıca, kalkan balığın da ödü kullanılır. Boyalar atkuyruğundan bir fırçayla suya serpilir; çeşitli farklı teknikler uygulanarak bunlara desen ve biçim verilir. En eski tarzda olduğu gibi, boyaların kendiliğinden biçimler aldığı tarza battal ebru denir; bir iğne veya tek bir at kılıfıyla ve sert darbelerle boya sağa sola yürütülmüşse buna tarama/gelgit ebrusu adı verilir; bunlar görece rastgele hareketlerse şal ebrusu, kenardan ortaya doğru çizilmişse dairelerse bülbülyuvası adıyla anılır. Bir çubuğa saplı iğneler su yüzeyinde gezdirilerek bundan değişik tarzda desenler çıkarılmışsa buna da taraklı ebru denir.Somaki ebrusu, kumlu ebru, çifte aharlı ebru, çeşitleri de vardır.

Küreselleşmenin getirdiği değişim rüzgârları, her alanda olduğu gibi uluslararası alanda yürütülen siyasi, kültürel, ekonomik vb. işbirliği çalışmalarının yürütülmesinde de değişimlerin yaşanmasına vesile olmuştur. Günümüz toplumları gelişen bilgi teknolojileri aracılığıyla sınır tanımadan istedikleri bilgilere kolayca erişebilmekte, kültürel ve sosyal iletişimlerini yürütebilmektedir. Bu bağlamda; bireyler ve/veya uluslar, toplumsal kalkınmanın önemli bir faktörünün kültürel kalkınma olduğu gerçeğini fark etmişlerdir. Bu farkındalık, kültürler arası iletişim ve etkileşiminde, yoğun bir biçimde yaşanmasına imkân sağlamaktadır.

Yaşanılan tüm bu süreçler, ulusların kültürel kalkınmalarını gerçekleştirmek amacıyla, sahip oldukları, sanatsal, kültürel ve tarihi birikimlerini geçmişten günümüze taşıyıp, zenginleştirerek geleceğe aktarma ve tüm dünyaya tanıtma çalışmalarını üst düzeye taşımalarına neden olmuştur.

UNESCO Merkez binasının bulunduğu Paris’te, 190 ülkenin katılımıyla 24-29 Kasım 2014 tarihleri arasında Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler arası Komite toplantısı gerçekleştirildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, “EBRU: TÜRK KAĞIT SÜSLEME SANATI”nın listeye alınması için, 2013 yılında UNESCO'ya ulusal dosyasını sunmuştu. 27 Kasım 2014 tarihinde gerçekleşen toplantıya Türkiye Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) nezdinde ki Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Öcal Oğuz, ebru hocası Timuçin Tanarslan ve öğrencisi Ömer Sabuncu da hazır bulundu. Toplantıda yapılan değerlendirmeler neticesinde dosya başarılı bulunarak, “EBRU:TÜRK KAĞIT SÜSLEME SANATI” listeye dahil edilmiş oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğünce hazırlanan dosya’da Ebru Sanatının Coğrafi Konumu İstanbul ve Edirne olarak Envanter Fişinde belirtilmiştir.

Bu çalışmalar ülkemizin kültürel ve tarihi değerlerinin tüm dünya insanlığına tanıtılması ve gelecek nesillere aktarılması adına geleceğe iz bırakan önemli çalışmalar olarak tarihimizin sayfalarında yer alacaktır.

Geleneksel Çini Ustalığı

Hamur haline getirilmiş killi toprağın pişirilmesiyle yapılan, çeşitli renk ve motiflerle süslenmiş sırlı seramik ev eşyaları veya duvar panolarına “çini” denir. Çinicilik ise, “minai”, “lüster”, “perdah”, “sıraltı” gibi kendine özgü yapım ve süsleme teknikleriyle 12. yüzyıldan beri yaşayan geleneksel Türk çini sanatının etrafında şekillenen zanaatkârlığı ifade etmektedir.

Çini ustaları, doğayla ilgili geleneksel bilgi içeren reçeteler doğrultusunda yaptıkları çinilerde 16. yüzyıldan beri yaygın olarak “sıraltı tekniği”ni kullanmaktadırlar. Bu teknikte çamur, reçetesine göre hazırlanarak hamur haline getirilir.

Hamur şekillendirildikten sonra üzerine astar sürülerek kurutulur ve çini fırınlarında pişirilerek “bisküvi” denilen pürüzsüz bir yüzey elde edilir. Kâğıt üzerine ajur tekniği ile delinip hazırlanan desenler kömür tozuyla yüzeye aktarılır ve desenin dış konturları (tahrir) siyah boya ile fırça kullanılarak elle çizilir. Sonraki aşamada çeşitli renklerle desenler boyanır. Son olarak, seramiğin üzeri sır ile kaplanır ve ikinci kez 900-940°C derecede pişirilerek çininin yapımı tamamlanır.

Çini süslemelerinde genellikle kozmik düşünceleri ve inançları simgeleyen geometrik şekiller, bitkisel süslemeler ve hayvan figürleri değişik renk kompozisyonları ile kullanılmaktadır. Renk kompozis2.jpgyonlarında beyaz veya lacivert fon üzerine kırmızı, kobalt mavisi, turkuaz ve yeşil renklerin kullanımı geleneksel çinilerin karakteristik özelliğidir.

Geleneksel çini sanatına karakterini veren ve onu koruyan en temel etmen; hammaddenin teminine, boyaların hazırlanmasına, üretim araçlarının yapım ve kullanımına, fırınlama süreçlerine, süsleme tekniklerine ve estetik anlayışlara ilişkin kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılan bilgiler ve uygulamalarda kendini gösteren geleneksel zanaatkârlıktır.

Geleneksel çini sanatının taşıyıcıları ve uygulayıcıları çini ustalarıdır. Türkiye’de 5000’den fazla çini ustası olduğu tahmin edilmektedir. Çini atölyelerinde, şekillendirmeleri yapan “çarkçı”, süsleme ve dekorları yapan “tahrirci”, desenlerin iç kısımlarını boyayan “boyamacı” ve fırınlama işlerini yapan “fırıncı” gibi isimlerle anılan ustalar, kalfalar ve çıraklar da bulunmaktadır. Bu kişiler geleneğin taşınmasında ve uygulanmasında önemli bir gruptur.

Unsurla ilgili topluluk ve bireyler, yerel sivil toplum kuruluşları (STK) vasıtasıyla örgütlenmişlerdir. Kütahya’da 4, İznik’te 2 yerel STK bulunmaktadır. Türkiye genelinde faaliyet gösteren çatı niteliğinde bir STK bulunmamakla birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerde geleneksel Türk el sanatlarıyla ilgili çalışmalarda bulunan çok sayıda STK mevcuttur. Bu STK’lar da çiniciliğin korunması, aktarılması, tanıtılması ve yeni araştırmalar yapılmasında önemli bir işlevi yerine getirmektedirler.

Çini sanatına ilişkin yüzyıllardır kolektif olarak geliştirilen bilgiler, teknikler, reçeteler ve ustalık geleneğindeki ritüeller ve etik tutumlar usta-çırak/ebeveyn-çocuk ilişkisi içinde kuşaktan kuşağa günümüze kadar aktarılabilmiştir. Özellikle Kütahya’da 14. yüzyıldan günümüze kesintisiz olarak varlığını sürdüren çini atölyeleri, unsura ilişkin ortak belleğin yaşatılmasını sağlayan önemli kültürel mekânlardır. Çinicilikte, ustadan yazılı bir icazet geleneği olmasa da “el almak” denilen sözlü bir icazet geleneği vardır. Ustasından “el alan” kalfa, üretim araçlarına hâkim olan, reçeteleri ve süsleme tekniklerini başarıyla uygulayabilen ve çini ustası olmanın tüm etik normlarını edinmiş bir usta olarak sosyal hayatta kabul görmekte ve çırak yetiştirebilmektedir.

Unsur; mimarideki mekân algısının, doğaya ve evrene ilişkin pratiklerin, estetik görgünün ve mutfak kültürünün gelecek kuşaklara aktarılmasında da önemli bir kültürel işleve sahiptir.

Yüzyıllardır ruhsal bir iyileştirme aracı olarak kullanılan ve bu nedenle kamusal ve dinsel yapıların cephelerini süsleyen çini sanatı; Kütahya, İznik ve Çanakkale için kent kimliğinin önemli bir parçası olmasının yanı sıra Antalya, Konya, Kayseri, Sivas ve İstanbul gibi büyük şehirlerdeki simgesel yapılara karakterini vermesi bakımından da kent imgesinin özel bir parçasıdır.

Halkın günlük hayatında kullandığı ve kamusal ve dinsel yapılarda sıklıkla karşılaştıkları çinilerin renk ve desenlerindeki semboller ve bunların oluşturduğu alegorik anlatımlar, geçmişten günümüze halkın dini inançlarını, dünya görüşlerini, yaşam tarzlarını, estetik anlayışlarını sanatsal bir biçimde ve alt metinler halinde yansıtmaktadır. Böylelikle çinicilik, geçmişle bugün arasındaki kültürel bağın güçlenmesine; kültürel devamlılık, aidiyet ve kimlik hislerinin geleceğe taşınmasına katkıda bulunmaktadır.

Çini ustaları ve eğiticileri gelenek uyarınca; çırak ve öğrencilerine sadece çini yapım ve uygulama tekniklerini öğretmezler; onları zamanı doğru kullanmaları, yaratıcı, sabırlı, disiplinli, dengeli ve uyumlu olmaları için de teşvik ederler. Bu sebeple çini sanatı eğitimlerine katılan kişiler, olumlu zihinsel tutumların geliştirilmesi, stresle baş edebilme, sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilme, yaratıcılığın geliştirilmesi ve özgüvenin artırılması gibi konularda kişisel bir gelişim kat edebilirler.

Çini ustası olabilmek için teknik ve üslup olarak belirli olgunluğa erişilmesinin yanı sıra belirli ahlaki anlayışa da sahip olmak gerekmektedir. Bunlar arasında, insan haklarına, onuruna, eşitliğine, kişiliğine, farklı yaşam biçimlerine ve kültürlerarası saygı kavramına aykırı hiçbir husus yoktur. Bu bağlamda, çini sanatı ve bu sanat etrafında şekillenen zanaatkârlık geleneği hiçbir şekilde diğer kültürleri ve onların ürünlerini küçümsemez veya ötekileştirmez aksine onlara saygı duyarak onlarla karşılıklı bir ilham ilişkisi kurar.

Kütahya, Bursa, Aksaray ve Edirne İl Tespit Kurulları tarafından Çiniciliğin Ulusal Envantere dâhil edilmesi için teklifler yapılmıştır, 2008-2010 yılları arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na gönderilmiştir. Somut Olmayan Kültürel Miras Uzmanlar Komisyonu bu önerileri değerlendirerek Bakanlığa, Çini Sanatının Ulusal Envantere alınmasını tavsiye etmiştir. Unsur 2013 yılında Ulusal Envanter sistemine dâhil edilmiştir.

Ayrıca, geleneksel çini sanatı alanındaki derin bilgileri ve yüksek düzeyde becerileri göz önünde bulundurularak, Sıtkı OLÇAR ve Mehmet GÜRSOY Yaşayan İnsan Hazinesi olarak ilan edilmişlerdir.

“Geleneksel Çini Ustalığı”, 28 Kasım-02 Aralık 2016 tarihleri arasında Etiyopya/Addis Ababa’da düzenlenen Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetlerarası Komite 11. Olağan Toplantısı’nda ülkemiz adına UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesine kaydedilmiştir.

UNESCO Dünya Somut Kültürel Miras Listesinde Edirne
Selimiye Cami ve Külliyesi

UNESCO kelimesi, İngilizce “United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization” kelimelerinin baş harfleri alınarak oluşturulmuş ve dilimizde"Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu"biçiminde karşılanmıştır.UNESCO Misyonunu insanlığın zihninde barışı eğitim, doğa bilimleri, sosyal ve beşeri bilimler, kültür ve bilgi ve iletişim aracılığıyla inşa etmek olarak tanımlamaktadır.

Birleşmiş Milletlerin uzman kuruluşu olan UNESCO, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1946 yılında kurulmuştur. UNESCO Kuruluş Sözleşmesi 1945 yılı Kasım ayında Londra'da 44 ülkenin temsilcilerinin katıldıkları bir toplantıda kabul edilmiştir.Türkiye, bu yasayı imzalayan ilk yirmi devlet arasında onuncudur. UNESCO Sözleşmesi, ülkemizde 20 Mayıs 1946 tarihli ve 4895 sayılı kanunla onanmıştır. Gerçekleşen buonamanın ardından UNESCO kuruluş yasasının 7. maddesi gereğince UNESCO Genel Direktörlüğünün ülkemizdeki tek ve yasal temsilcisi niteliğinde olan UNESCO Türkiye Millî Komisyonu (UTMK) 25.08.1949 tarihinde faaliyete geçmiştir.UNESCO’da 195 Üye Devlet ve 10 Ortak Üye Devlet bulunmaktadır.

1972 tarihli UNESCO, “Dünya Doğal ve Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi”ne göre “Olağanüstü Evrensel Değer” ölçütlerine uyan kültürel ve doğal varlıklar, Dünya Mirası sayılmaktadır. Dünya Miras Listesi’ne girmeye hak kazanan yerler, dünya çapında prestij, statü, turistik ilgi çekme, teknik yardım imkanı elde edebilmektedir.

T.C. Edirne Belediye Başkanlığı’nın 2006 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile birlikte başlattığı çalışmalar neticesinde,Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi, UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin 19-29.06.2011 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdiği 35. Dönem Toplantısının 27 Haziran tarihli toplantısında oy birliği ile alınan karar gereği kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesi’ne dahil edilmiştir.

Selimiye Camii, Sultan II. Selim tarafından H: 976-M:1568, H:982-M:1574 yılları arasında yaptırılan, Türk-İslâm mimarisinin olduğu kadar dünya mimarlık tarihinin de başyapıtlarındandır.

Mimar Sinan’ın 80 yaşında inşa ettiği ve ustalık eserim dediği bu eser, 9 temel birimden oluşmaktadır. Bunlar, Selimiye Camii, Dar’ül Kurra Medresesi, Dar’ül Hadis Medresesi, Sıbyan Mektebi, Muvakkithâne, Kütüphane, Şadırvanlı avlu ve dış avlusudur. Bu bağlamda, cami’ye gelir getirmek amacıyla yapılan “Arasta Çarşısı” ise III. Murat zamanında mimar Davut Ağa’ya yaptırılmıştır.

İlk Osmanlı Sarayı’nın bulunduğu Sarı Bayır diğer bir deyişle Kavak Meydanı denilen alanda, Edirne kentini taçlandıran ve kentin en görülebilir noktasına inşa edilen Selimiye Cami; konumu itibariyle şehrin dört bir köşesinden rahatlıkla görülebilmektedir. Mimar Sinan’ın bu ustalığı da, mimarlığının yanında önemli bir şehir plancısı olduğunu göstermektedir.

Ünlü seyyah Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesin de, Cami’nin yapımı için 27.760 Rum Kesesi (yani ortalama 550.000.000 akçe) harcandığını belirtmektedir. (Çelebi, 2006) Camiyi yaptıran II. Selim’in ömrü camiyi görmeye yetmemiştir. Caminin tamamlanmasını göremeden vefat etmiştir.

Edirne Belediye Başkanlığınca yapılan “Selimiye Camii Çevresi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Projesi” UNESCO tarafından onaylanmasına rağmen kurum ve kurullar arasındaki farklı fikirlerden dolayı uzun süre uygulamaya konulamamıştır.Bu Proje kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan 'Yemiş Kapanı Hanı' ile ilgili değişik fikirlerin ortaya çıkması nedeniyle durdurulmuştur. Bu nedenden dolayı Selimiye Camii Meydanı ile ilgili atıl kalan alan da 6 yıl boyuncu hiçbir çalışma yapılamamıştır.

Yapılan çalışmalar neticesinde Edirne Belediye Başkanlığınca hazırlanan projenin uygulama sürecini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üstlenmiştir. Projenin uygulanması ile ilgili çalışmalara Eylül 2021 tarihinde başlanılmıştır. Üç etaptan uygulanacak projenin ilk etabının Mayıs 2022 tarihinde tamamlanmıştır. Diğer etap çalışmalarının da yıl içerisinde tamamlanması hedeflenmiştir.

Selimiye Camii ve Külliyesi, Osmanlı klasik kültürünün, Doğu ile Batı arasında bağlantı kuran kültürel sembolü olup kentin mührüdür.

Uzunköprü

Türkiye'nin ve Edirne'nin en önemli kültür miraslarından biri olan Uzunköprü...

II. Murad döneminde 1427 yılında yapımına başlanan köprü on altı yılda bitirilmiş ve 1443 yılında hizmete girmiştir. Dünyanın en uzun taş köprüsüdür. Uzunköprü'nün ustası Muslihittin Bey’dir. Edirne Salnamesi’nde 1392 metre uzunluğunda, 5.50 metre genişliğinde olduğundan bahsedilen köprünün, bugünkü uzunluğu 1272 metredir. Genişliği ise 1964 onarımında iki yanına balkon biçiminde genişlemeler yapılarak 6.80–6.90 metreye çıkarılmıştır. İlk yapımında 174 yüksek kemerli olan köprünün, günümüzde 164 yüksek kemeri ayaktadır.


Ergene kesimine rastlayan büyük gözlerin sağ ve solunda, boşaltma gözleri yer almaktadır. Köprünün toplam yedi boşaltma gözü bulunmaktadır. Köprü ayaklarında ve kemer kilit taşları üzerinde güç ve kuvveti sembolize eden bir takım hayvan figürleri ve stilize bitki motifleri bulunmaktadır. Burada yer alan hayvan figürlerinden aslanın arka ayakları arkasında Ay’ı temsil eden kadın başı görülmektedir. Bu betimleme ile aynı yüzde aksi içerisinde lale motifi de yer almaktadır. Ayrıca diğer yüzde, yine gücü ve uzun yaşamı sembolize eden fil betimi görülmektedir.

Köprübaşında yer alan ve sonradan taşınan çeşmesinin üzerinde orijinal hali Yunan işgalinde kazınmış olan Sultan II. Mahmud’un onarım yazıtını temsilen, günümüzde bu bölüme yeni harflerle yazılmış bir mermer kitabe koyulmuştur. Tamir kitabesinin alt ve üst kısmında “S” ve “C” kıvrımları ve gül motifleri mevcuttur.

Süsleme özellikleri bakımından oldukça dikkat çeken köprünün ayakları arasındaki kısımlarda ve köprü ayaklarıyla kemerlerin kilit taşları üzerinde birbirinden farklı geometrik, bitkisel, yazı ve figüratif bezemeler görülmektedir. Bunların içinde özellikle kartal, kuş, fil, üç aslan figürleriyle üç defa tekrarlanan “Ali” yazısı ilginçtir. Başları yuvarlak bir çerçeve ortasında birleştirilen üç aslan figürünün yanı sıra büyük gözün üstünde yer alan üçgen cumbanın korkuluğuna 1972 yılı onarımı sırasında işçiler tarafından bir aslan kabartması daha yapılmıştır. Kuyruğu sırtına paralel durumdaki aslan bir zincirle bağlı şekilde tasvir edilmiş olup arkasında bir saksı ve bir dal görülmektedir. Diğer yüzünde ise bir fil kabartması bulunmaktadır. Kemer kilit taşlarında altıgen bir çerçeve içinde kûfî karakterde üç defa tekrarlanarak “Ali” adının baş harfleri ortada birleştirilmiş olup kemerlerden birinin kilit taşı üstünde bir çerçeve içinde “el-Mülkü lillâh” ibaresi yer almaktaydı. Köprünün doğu ucu yakınında mansap yüzünde, dörtgen bir çerçeveye kabartma olarak işlenmiş sekizgen içinde karşılıklı üçgenlerin meydana getirdiği bir yıldız ortasında ise yapraklı bir dal kabartması bulunmaktaydı. Ancak şehrin su ihtiyacını karşılayan su borusunun üzerlerinden geçmesi sebebiyle tahrip olmuştur. Bunların dışında köprünün sağında ve solundaki korkuluklara yerleştirilmiş yirmi sekiz adet yuvarlak taş görülmektedir.

II. Murad, Cisr-i Ergene adıyla anılan bu yerleşime köprü ile cami, imaret, medrese, kervansaray, hamam, otuz üç dükkân, yağhâne, bozahâne, bezirhâne, mumhâne, üç çeşme ve iki su değirmeni inşa ettirmiştir. Yapılardan günümüze sadece köprü ile Murâdiye Camii, şadırvan, hamam ve Gazi Mahmud Bey Çeşmesi ulaşabilmiştir.
İlimizin adını da verdiği Uzunköprü ilçemizde bulunan Uzunköprü, günümüzde halen kullanılmakta olan köprünün, 2.55 metre yüksekliğinde, 4.50 metre genişliğinde üçgen biçimli tarih köşkü ve iki balkonu bulunmaktadır. Köprü restorasyon çalışmalarına Karayolları Genel Müdürlüğünce başlanmış olup halen devam etmektedir.

Uzunköprü 2015 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınmıştır.

Sultan II.Bayezıd Han Külliyesi

Sultan II. Bayezid’ın, iki yanında birer tabhâne (misafirhane-dinlenme yeri) bulunan cami ile etrafında aşhane (imaret), mutfak, erzak ambarı, medrese, dârüşşifâ ve hamamdan meydana gelen bu külliyesi Tunca nehrinin kuzey kıyısında akarsuyun hemen kenarında inşa edilmiştir.

Külliyenin güneyinde yolun karşısında yaptırılmış olan hamamın bugün artık hiçbir izi kalmamıştır. Bu külliyeye ait yapılardan bir diğeri de bu bölgeyi şehre bağlayan köprüdür (II.Beyazıt Köprüsü). Kili ve Akkirman seferine çıkmak üzere 889 Rebîülâhir’inde (Mayıs 1484) Edirne’ye gelen II. Bayezid, burada konakladığı günlerde yapıların temelini attırmış, cami kitâbesine göre 893 (1487-88) yılında tamamlanmıştır. Külliyenin diğer binalarının da aynı tarihlerde bitirildiği tahmin edilebilir. Beyazıt Külliyesi’nin üç vakfiyesi tespit edilmiştir. Bunlardan birincisi 892 Cemâziyelâhir (Haziran 1487) tarihli olup Arapça’dır. Vakıf görevlilerinin daha iyi anlayabilmeleri için padişahın isteğiyle Türkçe olarak yazılan ve vazifelilerin tam listesiyle alacakları ücretleri gösteren ikinci vakfiye 895 (1489-90) yılında kaleme alınmıştır. Ayrıca 898 Zilkadesi (Ağustos 1493) başlarına ait bir vakfiyeden 29 Receb 913’te (4 Aralık 1507) istinsah edilmiş olup Vakıflar ve Başbakanlık arşivlerinde birer kopyası saklanan ve 1214’te (1799) yazılmış bir kopyası daha tespit edilen üçüncü bir vakfiyesi daha bulunmaktadır. Bunun bir sûretinin de Edirne’de Selimiye Kütüphanesi’nde olduğu söylenmektedir. Vakfiyelerde külliyenin evkafından olan Trakya ve Rumeli’nin çeşitli yerlerindeki köylerin adları ve her yıl toplanan gelir gösterilmiştir. Gelirler XV. yüzyıl sonlarında 782.930 akçe iken XVI. yüzyılın ikinci yarısında 1.552.131 akçeye yükselmiştir. Külliyede çeşitli kademelerde görevli 147 kişi maaş almakta, ayrıca medresede barınan on sekiz öğrencinin de günde iki akçe ödenekleri bulunmaktadır. Burada tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, usul, belâgat, mantık ve tıp konularındaki kitaplardan meydana gelen kırk iki ciltlik küçük bir de kütüphane yer alır.

Caminin iki satır halinde düzenlenmiş altı cetvel içindeki inşa kitâbesi cümle kapısı üstündedir. Zenbilli Ali Efendi tarafından yazıldığı bilinen bu kitâbenin hattatı ünlü Şeyh Hamdullah’tır. Cümle kapısının sağ ve sol duvarlarında mihrap biçimindeki nişlerin üstlerinde de beşer satır halinde iki kitâbe daha vardır. Üslûp bakımından Şeyh Hamdullah’ın tarzını andıran bu kitâbelerde Cum’a sûresinin müminleri cuma namazına davet eden 9 ve 10. âyetleri yazılmıştır. Külliye hakkında şair Ahmed Paşa tarafından yazılan Türkçe tarih manzumesi ise kitâbe olarak işlenmemiştir.

Beyazıt Camii ve Külliyesi XVII. yüzyılda Evliya Çelebi tarafından ziyaret edilmiş veSeyahatnâme’de darüşşifa hakkında hayli etraflı açıklamalar yapılmıştır. Osmanlı devri boyunca Edirne’den geçen bütün yabancı seyyahlar tarafından da görülen ve seyahatnamelerinde adı geçen Beyazıt Külliyesi 1827 Osmanlı-Rus savaşı sırasında iki Fransız, G. Sayger ve A. Desarnod tarafından da incelenmiş ve çizilen rölövesi Çar I. Nikola’ya takdim edilen albümde 1830’da yayımlanmıştır. C. Gurlitt ise 1911’de basılan makalesine Edirne’de yaptığı birkaç günlük çalışma sonunda çıkardığı Beyazıt Külliyesi’nin bir planını da eklemiştir. Sedat Çetintaş tarafından 1935-1940 yılları arasında cami ve külliyenin öncekilere kıyasla daha doğru bir plan ve rölövesi çizilmiştir. Aydın Yüksel ise daha ayrıntılı plan ve rölöveler hazırlayarak yayımlamıştır.

Beyazıt Camii ve Külliyesi’nin Tunca nehri kıyısında bulunması, buradaki birçok değerli eserin XIX. yüzyıl içinde nehir taşkınlarından büyük ölçüde zarar görmesine sebep olmuştur. Balkan Harbi ve arkasından gelen yıllarda Edirne şehir olarak büyük bir çöküntü ve gerileme içine girdiğinden Beyazıt Külliyesi de şehrin en fazla zarar gören eserlerinden olmuştur. Cumhuriyet sonrası yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle yıkılıp yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan tarihimizin bu önemli yapılarından biri olan Sultan II. Bayezid Külliyesi, 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş ve kapsamlı bir restorasyon sonrası eğitim alanları olarak kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde Trakya Üniversitesi’ne bağlı müze olarak ziyaretçilerini ağırlamaktadır.

Beyazıt Külliyesi geniş bir sahayı kaplamaktadır. Bir duvarla ayrılan dış avlunun sağında dârüşşifâ ile medrese, solunda ise kervansaray (?), mutfaklar ve aşhane-imaret yer almıştır. Bu dış avlunun Tunca tarafındaki ucunda ise cami bulunur. Avlu kapısının dışında duvara bitişik olarak dört cepheli ve üstü piramit biçiminde kâgir külâhlı bir çeşme vardır. Kitâbesine göre bu çeşme Sinan Ağa tarafından 1080 (1669-70) yılında yaptırılmıştır.

Cami;Üç taraftan girişi olan cami avlusu kubbeli revaklarla çevrilmiştir. Çift renkli taşlardan yapılmış revak kemerlerinden bazıları granit, bazıları beyaz mermer, bazıları ise yeşil breşten sütunlara oturur. Avlunun dış duvarlarında çift sıra halinde pencereler açılmıştır. Evliya Çelebi, bu avluda bizzat Sultan Bayezid tarafından dikilmiş, bugün hiçbir izi kalmayan dört selvi ağacı olduğunu bildirir. Ortada evvelce üstünün bir saçakla örtülü olduğu bazı izlerden anlaşılan mermerden büyük bir şadırvan havuzu vardır. Avlu zemininde ayrıca bir de kuyunun bulunduğu tesbit edilmiştir. Son cemaat yeri mimari bakımdan revakların devamı tesirini bırakmakla beraber zengin mukarnaslarla geçilen ortadaki kubbe diğerlerinden daha yüksek olarak yapılmıştır. Ayrıca iki yanındaki kubbeler de içten spiral dilimlidir. Son cemaat yerinin son iki bölümünden tabhânelere geçilir. Caminin taçkapısı mimari nisbetleri bakımından hârikulâde güzelliktedir. İki renkli taşlardan yapılmış kapı kemerinin üstünde inşa kitâbesi yer alır. Kapı nişinin tepesi de mukarnaslarla bezenmiştir. Caminin harimi tamamen kare biçiminde olup duvarlara gömülü dört yarım yuvarlak kemer köşe pandantiflerinin yardımıyla yaklaşık 20 metre çapındaki kubbeyi taşımaktadır. İçeride yüksekliği 31 metreyi bulan bu kubbe Beyazıt Camii’nin kübik kitlesiyle haşmetli bir dış görünüş sağlar. İç mekânı aydınlatan kubbe kasnağında açılmış pencerelerin yanında ayrıca cephelerde de âhenkli bir biçimde sıralanan pencereler vardır. Mermerden olan mihrabın nişi de mukarnaslıdır. Mermer minber emsali arasında en güzellerinden biridir. Osmanlı devri Türk sanatında ilk olduğu kabul edilen ve cami hariminin sol köşesinde yer alan hünkâr mahfili, çift renkli mermerlerden yapılmış kemerler üstündedir. Etrafını şebekeli mermer bir korkuluk çevirir. Kıble cephesindeki izlerden, mahfilin dışında evvelce ahşap bir ek binanın bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunun sonradan eklendiği açıkça bellidir. Gurlitt bunun bir kasr-ı hümâyun olduğunu bildirir. Eski bir fotoğrafta da kasrın ince sütunlar üstüne oturduğu ve altının boş olduğu görülmektedir. Caminin geçmeli kapı kanatları da Türk ağaç işçiliğinin güzel örnekleridir. Caminin duvar, pandantif ve pencere etraflarını süsleyen kalem işi nakışlar ise geç devirlerde, büyük ihtimalle XIX. yüzyılda yapılmış olup eserin mimari üslûbu ile bağdaşmaz.

İlimiz Merkez ilçe Yeniimaret semtinde bulunan Camii, günümüzde ibadete açıktır.

Minareler; Beyazıt Camii’nin çifte minaresi, iki yanlardaki tabhânelerin dış köşelerindedir. Evliya Çelebi minarelerin camiye uzak oluşlarını, zelzelede yıkıldıkları takdirde kubbeye zarar vermemeleri sebebine bağlar. Bunların kürsü kısımları çok cepheli yapılmış olup her cephenin kenarlarına mukarnaslı başlıklı ve yivli gövdeli 3/4 çapında sütunçeler işlenmiştir. Bu sütunçelerin üstlerinde Bursa kemerleri vardır. Ayrıca her cephenin içine dışarı taşkın birer de pano işlenmiştir. Minarelerin pahlı gövdeleri mukarnaslı şerefelere kadar çıkar. Beyazıt Camii minare kürsüleri, Türk sanatında benzerine az rastlanır mimari süslemeleriyle özel bir değere sahiptir.

Tabhâneler (Misafirhane-Dinlenme Yeri);Caminin iki yan cephesine bitişik olarak birer tabhâne inşa edilmiştir. Hem son cemaat yerine hem de yanlardan dışarıya kapıları olan bu tabhâneler, Orta Asya’dan beri Türk mimari geleneğinin alışılmış plan tipi olan çaprazlama dört eyvanla köşelerde dört oda şemasına göre yapılmıştır. Eyvanların ve odaların üstleri birer kubbe ile örtülüdür. Ortadaki mekân ise kapalı bir avlu gibi tasarlandığı için diğerlerinden daha yüksek olan kubbesi zengin mukarnaslarla bezenmiş, ayrıca ortasına da bir aydınlık feneri konulmuştur. Gelip geçen yolcuların misafir edilmeleri için XIV-XV. yüzyıl Osmanlı mimarisinde yaygın olan tabhânelerde, dışarıdan pabuçla girildiğine göre pabuçluklar yapılmış, odalarda misafir edilenler için her odada birer ocak inşa edilmiştir. Kanûnî devrinden itibaren Osmanlı mimarisinde tamamen ortadan kalkan camiye bitişik tabhâne geleneği burada, İstanbul’daki Beyazıt Camii’nde de olduğu gibi en âbidevî ifadesini bulmuştur.

Medrese; Cami dış avlusunun sağında yer alan medrese, kubbeli, revaklı bir şadırvan avlusunu çevreleyen yine kubbeli on sekiz hücreden ve ortadaki bir dershane-mescidden meydana gelmiştir. Vakfiyede on sekiz öğrenci kaydı bulunduğuna göre ocağı ve kitap dolabı olan her hücrede bir öğrencinin barınması düşünülmüş demektir. Buranın bir tıp medresesi olduğu yolundaki iddianın sağlam bir esasa dayanmadığı anlaşılmıştır. Hocaları arasında İbn Kemal’in de bulunduğu bu medresede vakfiyede bahsi geçen kitaplar da muhafaza ediliyordu.

Dârüşşifâ;Osmanlı devri hayır binaları arasında apayrı bir yeri olan dârüşşifâ mimarisi bakımından da ilgi çekicidir. Eldeki vakfiyede böyle bir hizmetin sözü edilmemekle birlikte Evliya Çelebi, burada akıl hastalarının mûsiki ile tedavi gördüklerini ve bu yüzden haftada üç gün çeşitli çalgılar çalan bir mûsiki heyetinin hastalara konser verdiğini yazar. Dârüşşifâ 1876 harbine kadar çalışmış, sonra bir ara boşaltılmış, geçen yüzyılın sonlarında tekrar kullanılırken Balkan Harbi sırasında kapanarak harap olmaya terkedilmiştir. Cumhuriyet sonrası yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle yıkılıp yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan tarihimizin bu önemli yapılarından biri olan Sultan II. Bayezid Külliyesi, 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş ve kapsamlı bir restorasyon sonrası eğitim alanları olarak kullanılmaya başlanmıştır.

1997 yılında müzeye dönüştürülen külliyenin darüşşifa bölümü, dünyanın en prestijli müzecilik ödüllerinden olan Avrupa Konseyi 2004 Yılı Avrupa Müze Ödülü’nü alarak önemli bir tanıtım fırsatı yakalamıştır. 2005 yılında ise Hırvatistan’ın Dubrovnik kentinde yapılan “Dünya Ödüllü Müzeler Buluşması’nda” en iyi ikinci sunum, 2008 yılında ise Almanya'nın Köln kentinde "En İyi Sunum Ödülü"nü alarak ülkemizin ve kültürümüzün tanıtımına büyük bir katkı daha sağlamıştır. Müze Avrupa Kültür Mirası Birliği tarafından “Mükemmellik Kulübü’ne” kabul edilmiştir.

Burada, 500 yıl öncesinin bir“Osmanlı bimarhanesi”(Bimar:Hasta, Hane:Ev) canlandırılmıştır. Tedavide, dönemin hekimlik bilgilerinin yanı sıra müziğin, su sesinin, güzel kokuların ve meşguliyetin kullanıldığı bu yapı, geçmişi zengin bir görsel anlatımla günümüze taşımaktadır.

Dârüşşifânın dikdörtgen biçimindeki ilk avlusunun bir tarafında sütunlu bir revakın gerisinde ocaklı ve kubbelerle örtülü altı hücre sıralanır. En başta helâlar vardır. Revak galerisinin üstü tonozla örtülüdür. Avlunun karşı köşesinde ise biri tonozlu, üçü fenerli kubbeli dört mekândan meydana gelen bir bölüm yer alır. Hemen dışında bir de kuyu bulunan ve ne işe yaradığı tam olarak kestirilemeyen bu bölüm bazılarına göre çamaşırhane, mutfak ve erzak ambarıdır. Yanında bir kuyu bulunması bu tahmini destekler.

Avluya açılan bir eyvanın dip duvarındaki güzel bir taçkapı ikinci avluya girişi sağlar. Eyvanın iki yanında yalnız birinci avludan girilebilen kubbeli bölümler vardır. Ne işe yaradıkları anlaşılamayan bu dikdörtgen bölümler de ocaklı olup her biri birer kemerle ayrılmış kubbeli ikişer bölümden oluşmuştur. İkinci avlunun iki yanında kubbeli eyvanlardan başka dört köşede yine kubbeli kare şeklinde hücreler bulunur. Avlunun geniş kenarının ortasında üçüncü kısma geçit veren taçkapı yer almıştır. Eyvanların içlerinde, altlarında pabuçluklar bulunan sekilerin olması bunların uygun mevsimlerde oturulmak üzere tasarlandıklarını gösterir.

Dârüşşifânın mimari bakımdan en ilgi çekici kısmı üçüncü bölümüdür. Burası altıgen bir plana göre düzenlenmiş olup ortada bulunan yine altıgen sofaya altı eyvan açılır. Bunlardan dördünün içlerinde oturma sekileri vardır. Orta sofa veya mekân ise üstü aydınlık fenerli büyük bir kubbe ile örtülü bir kapalı avlu karakterindedir. Tam ortada fıskiyeli bir şadırvan bulunur.

Eyvanların aralarında kubbelerle örtülü, girişleri ustalıklı biçimde ayarlanmış ocaklı hücreler vardır. Orta sofanın güneyindeki eyvanın iki tarafında bulunan ve ancak eyvandan geçilen birer hücreden sonra tam ortada dışarı çıkıntı teşkil eden beş cepheli, bol pencereli bir bölüm görülür. Bazıları buranın namaz yeri olduğunu ileri sürmüşler, bazıları ise Evliya Çelebi’nin bahsettiği çalgıcıların bu çıkıntıda yer aldıklarını iddia etmişlerdir. Beyazıt Külliyesi’nin dârüşşifâsı, Türk hastahane mimarisinin başka bir benzeri olmayan çok değerli bir eseridir.

Aşhane (İmaret); Beyazıt Külliyesi vakfiyesinde gösterilen personelin çokluğu yanında tabhânelerde misafir edilenler, medresede barınan öğrenciler, dârüşşifâda tedavi edilen hastalar da hesaba katıldığında bu vakıf “site”sinde hayli kalabalık bir topluluğun varlığı anlaşılır. Bunlar için külliyenin dış avlusunun sol tarafına aşhane-imaret tesisleri inşa edilmiştir. Ancak aşhane-imaret yapılarını teşkil eden bölüm ve mekânların aslındaki fonksiyonlarını anlamak mümkün olmamaktadır. Herhalde burada yemekhane, erzak ambarı ve mutfaktan başka işler için kullanılan mekânlar da bulunuyordu. Bunlar aralarında bir boşluk olan iki yapı kitlesinden meydana gelmiştir. Camiye yakın olan birinci kitle kare bir avlunun etrafını saran kubbeli mekânlardan ibaret olup üç kubbeli boydan boya uzun bir koğuş halindeki mekânın yemekhane olması muhtemeldir. Avlunun diğer kenarında ortada tek pâyeye dayanan kubbeli dört bölümlü bir mekân ile bununla bağlantılı beşinci bir mekân vardır. Dört kubbenin üzerlerinde aydınlık fenerleri görülür. İkinci yapı kitlesi ise iki parçadan meydana gelmiştir. Bunlardan ortada büyük pâyesi dört kubbeli kare planlı olanı, içindeki iki büyük ocaktan anlaşıldığı gibi mutfaktır. Bu kısma bitişik olmakla beraber arada bağlantı olmayan, dikdörtgen planlı ve sekiz kubbeli kısmın ne olduğu bilinmez. Burasının ahır olduğu ileri sürülmüşse de bu iddia pek inandırıcı değildir. Sadece mazgal biçiminde hava menfezlerinin oluşu bu görüşü destekler gibidir. Fakat bu büyük bölümün kervansaray olarak tasarlandığı ihtimali de vardır.

Hamam; Vakfiyede çifte hamam olarak belirtilen tesis ise caddenin karşı tarafında bulunuyordu. Suyu dönme dolapla Tunca’dan çekilen ve yıllık geliri 10.000 akçe olan bu hamamın bugün hiçbir izi kalmamıştır. Eski bir fotoğrafta, hayli büyük olduğu anlaşılan hamam soyunma yerlerinin iki büyük kubbesiyle görülmektedir. Rıfkı Melûl Meriç’in tespitine göre 1172’de (1758-59) çalışır durumda olan bu hamam 1311’de (1893-94) Vakıflar’ca yıktırılarak taşları set yapımında kullanılmıştır.

Sultan II.Bayezıd Han Külliyesi, 2016 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınmıştır.